27 Ağustos 2012 Pazartesi

EVRENİN DİNİ-AKHENATON’UN DİNİ BUGÜNKÜ HÂKİM DİNLERİN TEMELİDİR


  “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulühu” dediğimizde İslam dininin ilk şartını yerine getirmiş oluyoruz. Kelime-i Şehadet söylenmeden, hiç kimsenin İslam dinine girmiş sayılmadığı, ondan diğer vecibelerin beklenemeyeceği bir gerçek.

Anlamı da genellikle bilinir, ama tekrarlamakta fayda var. “Şehadet ederim ki, Allahtan başka ilah yoktur, ve Hz. Muhammed de onun kulu ve elçisidir.”

Şimdi M.S. 600’lerde ortaya çıkan ya da çıktığını zannettiğimiz bu sözün, biraz farklı da olsa, ortaya çıkmasından tam 2000 sene önceki halini görelim. “Aton’dan başka Tanrı yoktur, Akhenaton onun elçisidir ve  ışığını bize ulaştırır.”

 

         AKHENATON

 

Akhenaton tahta çıktığındaki adı 4. Amenhotep(Amenofis)’ti.  Diğer firavunlarla karşılaştırdığımız zaman, hakkında çok az şey biliyoruz. Çünkü Akhenaton’un adı ardılları tarafından tarihten silindi. Hatta, bu eski Mısır’da en kötü ceza olarak bilinse de, mezarından bile silindi.

         Bu yazıda zaten bu cezalandırmanın nedenleri üzerinde duracağım. Akhenaton’la ilgili resmi tarih bilgisi isteyen okurlar için birçok kaynak önerebilirim. Ama resmi tarih anlatmayacağım, tam tersine remi tarihe ters sorgulamalar yapacağım.

         Resmi tarihe göre Akhenaton, 18. hanedanın son firavunlarından biri olarak, M.Ö. 1353–1336 yılları arasında, 17 yıl hüküm sürdü. Babası 3. Amenhotep’in son dönemlerinde bir süre kral naipliği yaptı ve babasının ölümünün ardından tahta çıktı. Annesi Tiya soylu bir ailenin kızı olmayan, halktan gelen ilk kraliçedir. Tiya bazı kaynaklara göre 3. Amenhotep’in veziri olan, yaşamı sırasında Mısır’ı etkin bir şekilde yönettiği için çok onurlandıran ve Mısır tarihinde ilk kez Kral Vadisi’ne gömülen sıradan ölümlü olan Yuya’nın kız kardeşi, bazılarına göre de kızıdır. Halktan gelmesine rağmen döneminde firavuna denk bir güç olarak ülke yönetiminde yer almıştır.

         4. Amenhotep adıyla tahta çıkan genç firavun, iktidarının ilk yıllarında “Amon mutludur” anlamına gelen adını, “Aton’un ruhu ya da Aton’un hizmetkârı” anlamına gelen Akhenaton olarak değiştirdi.

         Ve bilinen tarihte ilk kez, tek Tanrıya inanan bir din kurdu. Bu dinin kurallarını birazdan inceleyeceğiz. Çok Tanrılı Mısır’da bu büyük devrimi gerçekleştirebilmek için, o zamanki başkent olan Teb’den 300 kilometre uzakta, bugünkü adıyla Tel el Amarna’da Akhetaton(Aton’un ufku) adlı yeni bir başkent kurdu. Bu şehirde ilk kez tek Tanrı için bir mabet inşa etti.

         İktidarda kaldığı süre içinde, kurduğu bu yeni dinin yayılmasına ağırlık verdi. Tıpkı babası gibi o da diplomasi ağırlıklı ve barışçı bir dış politika izledi. Kiya ve Nefertiti isimli iki eşi oldu. Kiya’dan, kesin olmamakla birlikte, 2 oğlu, Nefertiti’den 6 kızı dünyaya geldi.

         Nedeni bilinmeyen ama oldukça şüpheli ölümünden sonra, olanlar da kesin bilinmemektedir.

         Ancak kendisinden sonra tahta çıkanların tahtta kalış süreleri ve kimlikleri konusu daha da karışıktır.

         Hemen ardından tahta çıkan Semenkare’nin babası, yaşı, hatta cinsiyeti bile belirsizdir. Bazılarına göre Akhenaton’un kardeşi, bazılarına göre eşi Kiya’dan oğludur. Bazıları ise onun bir kadın olduğunu iddia ederler. Akhenaton’un kızı Meritaton’la evlenmiş, ve çok kısa süren iktidarından sonra –ki bu konu da kesin değildir- Meritaton tahta geçmiş, arkasından vezir Ay kendisini firavun ilan etmiş, son olarak yine akrabalıkları konusunda çok az şey bildiğimiz, ancak bozulmamış mezarı sayesinde Mısır hakkında çok şey öğrendiğimiz meşhur Tutankamon tahta geçmiştir. Tahta geçiş ismi Tutankaton’dur, ancak daha sonra Amon rahipleri tarafından adının değişmesine ikna edilmiştir.

         Sonra iktidara gelen, ordunun başındaki general Horemheb’tir. Horemheb ve ardılları, Akhenaton ve Horemheb’e kadarki bütün firavunları tarihten silmiş ve kraliyet kayıtlarına göre, 3. Amenofis’ten sonra iktidara Horemheb gelmiş gibi düzenlemeler yapmışlardır.

        

         İBRAHİMİ DİNLERİN KÖKENİ

 

Bu kısa tarihçe aslında çok önemli değil. Çünkü, resmi tarih her zaman sonraki iktidarlarca yazılır. Bu yüzden, hele tarihin değiştirildiği bu kadar ortadayken, resmi tarihi boş verelim ve alternatif tarih kaynaklarından yola çıkarak, hakikati arayalım.

         Birazdan bahsedeceklerimin tümü, yazılı kaynaklarda yer alıyor. Benim katkım sadece bunları toparlamak ve aradaki bazı kopuklukları fikir yürüterek tamamlamak oldu.

         Şimdi, kutsal kitaplardaki ve resmi kayıtlardaki tarihi değil, farklı bir bakış açısını değerlendireceğiz.

Milattan önce 1600’lere gidiyoruz. Hz. İbrahim’in ülkesi Harran’a. Harran’da o zamanlar Mittani Krallığı hüküm sürüyor. Tıpkı Hititler gibi, onların nereden geldikleri belirsiz, ama İndüs ve aryan kökenleri biliniyor. Büyük olasılıkla Hindistan’daki eski İndüs uygarlığının mirasçıları.

Mittani Krallığı’nda yaşayan Abram, kutsal kitaplarda olduğu gibi birden tek Tanrıya inanmaya başlamıyor, okuyor, araştırıyor, düşünüyor. Tıpkı bizlerin yapmaya çalıştığı gibi hakikati arıyor. Sonra tek Tanrı inancı güçlenince, etrafındakilerle arasında bir fikir ayrılığı oluşuyor. Bazılarına göre zulüm görüyor, bazılarına göre ise, zulüm görmemek için Harran’a geliyor. Harran bazı kaynaklara göre dünyada ilk kurulan yerleşim, Hz. Adem’in şehri. Dünyanın ilk üniversitesi ve ilk rasathane orada kuruluyor. Abram oradan da önce Filistin’e sonra Mısır’a geçiyor.

Bu yolculuklar sırasında adını Abraham olarak değiştiriyor. İsimdeki “Brahma” benzerliği oldukça dikkat çekici, çünkü Brahma Hint inanışında gücü herşeye yeten, herşeyi yaratmış olan ve her zaman var olan Tanrının adı. Mittani uygarlığının İndüs kökenli olduğu düşünülürse, Hint Tanrılarının en güçlüsü Brahma’ya inanmaya başlamış ve adının da bu yüzden Abraham yapmış olması kuvvetle muhtemel. Yani tek Tanrı inancının olası kökeninde Hint inanışları olabilir. Burada daha az yaygın bir başka bilgi daha var, bu teze göre aslında Abraham Mittani kralı Artatama’nın ta kendisi…

Abraham (Hz.İbrahim) sadece İslam dinine göre Mekke’de Kabe’yi inşa ediyor, diğer tek Tanrılı dinlerde bu yok. Aslında ilk tek Tanrı mabedi Kâbe. İnanca göre oğlu Samuel-İsmail ile birlikte Kâbe’nin sütunlarını dikerken Allah’a dua etmişler ve Kâbe’yi tek Tanrının evi olarak kutsamışlar. Ama burada ilginç bir detay daha vardır, bizdeki adıyla İsmail Kâbe’yi korumak için Mekke’de kalır. Ve Hz. Muhammed’in ailesi Kureyşliler, ve Mekke’deki diğer 3 büyük aile, soylarını Hz. İsmail ve Hz. İbrahim’e dayandırırlar. Yani aslında bu iddiaya göre, Hz. Muhammed, Abraham’ın soyundandır. Ve Hz. Muhammed, birer Yahudi olan Hz. Musa ve Hz. İsa ile akrabadır. Bu birazdan göreceğimiz şekilde “sünnetli” olmasını da açıklayan bir donedir. Diğer taraftan bazı yorumcular, Hz. Muhammed’in dinini yayarken, diğer tek Tanrılı dinlerin, ve başta o zaman hâkim durumda olan Musevilerin tepkisini çekmemek için, kendi atalarını da Hz. İbrahim’e dayandırmak istediğini iddia ederler.

Neyse biz konumuza dönelim. Abraham Mısır’a gelir. Mısır’da Maat yasası uyarınca kölelik asla olmamıştır. Bu bilgi çok önemli. Devlete vergi borcu olanların bazıları şimdiki kamu hizmeti cezaları gibi, devlete borçlarını emekleriyle ödemektedirler, ama hiçbir zaman tarihte anladığımız şekliyle bir efendi-köle ilişkisi olmamıştır ve hiçbir zaman Yahudiler Mısır’da köle olmamışlardır. Abraham Mısır’da yerleşir. Abraham ve yanındakiler Mısır’da güçlenirler. Hatta Hiksos dönemi denen, “çöl prensleri”nin gelip Mısır yönetimini ele geçirmeye çalıştıkları dönem olması sebebiyle, belki de doğrudan iktidara gelirler. Ama Hiksos’ların Abraham ve soyundan geldiklerine dair bilgileri şimdilik bir kenara bırakalım.

 

YUYA-HZ. YUSUF

 

Mısır’da güçlenen yeni göçmenlerden bir tanesi Firavun’un sarayında baş vezirliğe kadar yükselir. Bu Yuya’dır. Yani bizim bildiğimiz adıyla Hz. Yusuf.  Mumya resimlerinde de görüleceği gibi, Yuya tam bir Asyalıdır. Modern Mısır tarihçileri kabul etmek istemese de hiçbir şekilde dönemin Mısırlılarına benzememektedir. Bu farklı fiziği aslında “güzel” olması efsanesiyle de örtüşmektedir.

Yuya-Hz.Yusuf daha önce sıradan hiçbir insana verilmeyen ünvanlar ve yetkilerle Mısır’ı mükemmel bir şekilde yönetirken, bazı kaynaklara göre kızı, bazılarına göre kız kardeşi olan Tiye’yi Akhenaton’un babası 3. Amenofis’le evlendirir. Yani kraliyet ailesine kendi kanının da katılmasını sağlar. Yani artık firavun ailesi de, sonra doğacak olan Akhenaton da Abraham’ın torunlarıdır.  Bu bölüm de önemli, çünkü daha sonra bu kanı taşıyanların Mısır’da iktidardan uzaklaştırılmasına, hatta tarihten silinmelerine de tanık olacağız. Ama aynı şekilde, tek Tanrı’lı dinlerin bütün peygamberleri gibi, Akhenaton’un da Abraham’ın genlerini taşıması da çok ilginç.

Yuya Abraham’ın Harran’dan getirdiği tek Tanrı fikrine bağlı kalmayı sürdürmektedir. Eski Mısır’da o zamanki adıyla On adını taşıyan Heliopolis’te zaten gizliden gizliye öğretilen bir tek Tanrı bilgisi vardır. Bu inanca göre Ra en büyük Tanrıdır, ve aslında diğer Tanrıların da Tanrısıdır. Zaman içinde Ra-Horus, yani Re-Herakhti adını almıştır, ama gizli bir kardeşlik örgütü, Heliopolis’te, hangi tarihten ve hangi uygarlıktan geldiği belli olmayan bir tek Tanrı bilgisini korumaya devam etmişlerdir. Osiris rahipleri de aynı bilginin koruyucularıdır. Yuya’nın atalarının tek Tanrı bilgisi ve Mısır’da kapalı bir çevrede korunan bu tek Tanrı bilgisi dünyaya yayılmak için zaman kollamaktadır.

Yuya torunu ya da yeğeni olan ve tahta 4. Amenofis adıyla çıkması beklenen delikanlıda, aradığı öğrenciyi bulmuştur.  Genç kral adayına, tek Tanrı bilgisini ve sevgisini aşılar. Ve onu tek Tanrı inancına gönülden bağlar.

4. Amenofis tahta çıktığında, henüz gençtir. Tıpkı Yuya gibi, tek Tanrıya inanan bir aileden gelen ve güçlü bir kadın olan annesi Tiya’da onu etkilemiştir. Yuya’nın iktidarı sırasında atalarının yurdu olan Mittani Krallığı’yla ilişkiler güçlendirilmiş ve Mittani Kralı’nın kızı Kiya babası 3. Amenofis’le evlendirilmeye gönderilmiştir. Fakat o yoldayken 3. Amenofis ölünce yeni firavun gelen prensesle evlenmek zorunda kalır. Kiya’da Mittani-Harran-Sümer inançlarının takipçisidir ve tek Tanrı fikrini onaylamaktadır.

Sonra birden ortaya Nefertiti çıkar.

Nefertiti’den nereden geldiğini kimse bilmemektedir. Adı “güzellik geldi” anlamındadır. Bazıları bunun “güneyden ya da uzaktan gelen güzel” olduğunu iddia etseler de, her halükarda bu isim Nefertiti’nin gerçek adı değildir, bu isim sonradan konmuştur. Nereden geldiği meselesi bugün hala bilinmemektedir. Büyük olasılıkla Yemen’den yani Saba ülkesinden gelen bir Saabidir, Mittani krallığından gelen bir prenses, hatta Isis’in yeniden bedenlenmesi olduğunu iddia edenler olmuştur. Nefertiti gelir gelmez Akhenaton’un bir numaralı eşi durumuna gelir. Her yerde Akhenaton’un yanında yer alır. Ve Akhenaton’un inancını paylaşır. Akhenaton’a 6 kız evlat verir.

 

TEK TANRILI İLK DİN KURULUYOR

 

Nefertiti ile evlenir evlenmez, Akhenaton Aton dinini ortaya atar. Aton aslında eskiden beri bilinen bir Tanrıdır. Babası 3. Amenhotep de Aton için adaklarda bulunmuştur. Ancak yeni dinde çok Tanrılı panteon ortadan kalkar. Aton tek Tanrıdır, başka Tanrı yoktur.

Bu devrimi, çok güçlenen, adeta her devlet kararı için fetva alınmak zorunda kalınan Amon rahiplerinin gücünü azaltmak için yapıldığı iddiasıyla küçümsemek isteyen yorumcular vardır. Oysa ilk kez tek Tanrılı din bir devlet dini olarak ortaya çıkmıştır, ve Akhenaton bu tavrıyla çok büyük mücadeleleri göze almıştır. Bu yüzden sadece politik bir hareket olduğu iddiası kesinlikle yanlıştır, ama devrimin doğal bir sonucu olarak, Amon rahiplerinin, ve diğer çok Tanrılı dinlerin rahiplerinin gücü çok azalmıştır.

Akhenaton’un yeni dinini biraz uzunca inceleyeceğiz.

Önce Akhenaton’un Tanrısı Aton’a yazdığı şiirle başlamak gerek.

 

Tanrı, uludur, birdir, tektir.

Ondan başkası yoktur.

Bir tanedir,

O’dur her varlığı yaratan.

Bir ruhtur Tanrı, görünmeyen bir ruh…

Ta başlangıçta vardı Tanrı.

Tek varlıktı o.

Hiçbir şey yokken o vardı.

Herşeyi o yarattı…

Ezelden beri gelen varlığı,

Ebediyete kadar sürecek.

Gizlidir Tanrı, kimse görmemiştir onu.

İnsanlara ve yarattıklarına sır kalır her zaman…

 

Bu şiirin altına imza atmayacak herhangi bir tek Tanrılı din mensubu var mıdır? Akhenaton’un tek Tanrısına yazdığı bu şiir, bizlerin bugünkü inançlarının içinde aynen mevcut.  Hatta ilk iki dizede, İslam dinindeki “Allah-ü ekber”, ve “La ilahe illallah” bile var. Ama bu metnin bildiğimiz tarihteki ilk metin olması özelliğini vurgulamak gerek. Çünkü, biraz sonra detaylarını göreceğimiz şekliyle, aslında bütün dinlerin kökeninde bu mesajlar var.

Akhenaton’un Tanrısı Aton, bir güneş diskiyle sembolize ediliyor. Başka bir şekli yok. Halbuki o güne kadar bütün Mısır Tanrıları ve hatta başka kültürlerdeki Tanrılar da, hep formlarla, insan ya da hayvan figürleriyle sembolize edilirken, Aton’un hiçbir formu yok. Sadece gökteki güneşle gösteriliyor. Bu konuda çok ilginç, çünkü varsayılan Mu Uygarlığı’nda da, dünyada bir anda ortaya çıkan Sümer, Mısır, Maya ve Harran’daki Sabilere kadar bir sürü kültürde de tek Tanrı hep güneş sembolüyle açıklanmıştır.

Burada Aton’un Akhenaton ve Nefertiti’yle nasıl resmedildiğine biraz bakmak gerek. Resimlerde Firavun insanlaşıyor ve eşiyle eşit. Çocuklarını şefkatle seven bir baba. Dönemin sanatının bir cilvesi, Akhenaton’un bazı heykelleri, onu, yine sembolik olarak eril ve dişili kendinde birleştirmiş olduğunu anlatmak için,  feminen yönleriyle de gösterince, hasta olduğu ya da cinsel tercihleri sorgulanmış. Ama ona ait resim ve heykellerin çok büyük bir çoğunluğunda normal bir insanken, şu anda Kahire Müzesi’nde olduğu için en çok bilinen heykelinin referans alınması bir bilgi eksikliği…

Dini incelerken ilk dikkat etmemiz gereken Aton sözcüğünün kökeni. Hermetik öğretide tek Tanrının adı Atum. Aton sözcüğüne çok benziyor. İkincisi tek Tanrının İbranicedeki isimlerinden biri olan Adonai sözcüğü. Üçüncü benzer kavram, aynı isimli bilinen Tanrıdan farklı olan, Suriye’deki tek Tanrı olan Adonis.  Aton kendi kendisini yaratmış, ve daha sonra herşeyi yaratmış olan ve daha önce hiç rastlanmadığı şekliyle hem anne hem de baba olan bir Tanrı. Her iki cinsiyeti de taşıması çok önemli, çünkü evrensel düaliteyi kendinde birleştiren bir Tanrı fikri ilk kez gündeme geliyor. Aynı şekilde Akhenaton da kendisini Mısırlıların hem babası, hem de alışık olunmadığı tarzda, annesi olarak konumlandırıyor. Yani eril ve dişilin, Rahman ve Rahim’in, siyah ve beyazın bileşkesi…

Aton bütün evrenin Tanrısıdır. Bu da yeni bir kavram olarak gündeme gelir, çünkü bundan önce Tanrılar güney ya da kuzey Mısır’ın, ama çok daha önemlisi sadece Mısır’ın Tanrılarıyken, düşman hatta barbar kabul edilen ülkelerin de Tanrısı olan bir tek Tanrıdır. Bu da büyük bir devrimdir, çünkü bazı Tanrıların kişisel olduğu, ailenin diğer bireylerinin bile aynı Tanrıya tapamadığı bir dönemden bahsediyoruz. Bir Tanrının, size kötülük yapanların da Tanrısı olabileceğini o dönemlerde kabul etmek çok zor. Yani hayır ve şerrin o tek Tanrıdan geldiğini hazmetmek…

Aton’un en önemli özelliği her zaman olumlu olmasıdır. Daha sonra gelen tek Tanrılı dinlerin Tanrı fikirleri, bazen şefkat, bazen şiddet mesajları verirken Aton her zaman barıştan, sevgiden yanadır. Tanrının celal yüzleri yok gibidir. O her zaman hem baba, hem anne şefkatinin sembolüdür. Daha sonra Yehova’nın ve İslamiyet’teki Allah’ın cezalandırıcı vasıflarına sahip değildir. Bu da tek Tanrılı dinlerin ılımlı izleyicilerinin, ve belki de sırf bu yüzden izlemeyenlerinin aklındaki Tanrı fikrine daha uygun bir modeldir. Ceza, ateşlerde yakmak, cehennem gibi kavramlardan uzak bir tek Tanrı…

Aton bütün yaratılışın Tanrısı olarak hem kadınların hem erkeklerin Tanrısıdır. Akhenaton ve Nefertiti onun iki yönünü sembolize edecek şekilde bütün resimlerde hep beraber sembolize edilmiştir. Yani aslında kutsal üçleme Aton-Akhenaton-Nefertiti olarak oluşmuştur. Akhenaton’un bir diğer şiirinde “yumurtaya can veren” Tanrı olarak geçen Aton, “kendi birliğinde, milyonlarca formu” olan Tanrı olarak açıklanır. Yani aslında tasavvuftan kabalaya kadar, bütün ezoterik yolların mesajı bu cümleyle özetlenir.

Aton sadece ışıktır. Işık ya da nur ve ziyadır. Öğle vakti gölgeler yok olduğunda, yani ışığın zirvesinde, o da gücünün zirvesindedir, ve inananlarını destekler.

Dinin temel kuralları şöyledir:

 

      YARATILIŞA İNANILIR.

      RUHUN VARLIĞINA VE ÖLÜMDEN SONRASINA İNANILIR.

      ÖLEN KİŞİLER İÇİN CENAZE TÖRENİ YAPILIR.

      ÖLEN KİŞİ DÜNYADA YAPTIKLARINA GÖRE YA ÖDÜLLENDİRİLİR YA DA CEZALANDIRILIR.

      İBADETHANELERE GİRMEDEN ÖNCE RİTÜELİK BİR TEMİZLİK YAPILIR, TEMİZLİK ÇOK ÖNEMLİDİR.

      CİNSEL İLİŞKİDEN SONRA BÜYÜK BİR TEMİZLİK YAPILIR.

      İBADETHANEDE SECDE EDİLİR.

      DİNİ BİR EYLEM OLARAK HAYVAN KURBAN EDİLİR.

      ERKEKLER SÜNNET EDİLİR.

      DOMUZ ETİ YENMEZ.

      PUTLAR YASAKTIR, HİÇ BİR ŞEKİLDE PUTA TAPILAMAZ.

 

Burada durmak lazım. Abdest, sünnet, domuz eti, kurban, secde ve bildiğimiz kuralların çoğu zaten burada. Özellikle sünnet çok önemli. Hz. İbrahim’in Mısır’a gelirken neden sünnet olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz, çünkü Mısır’daki seçkinlerin arasına kabul edilebilmek için bu detay yaşamsal. Aslında sünnet bir işaret. Ölülerin canlanacağı gün, kimlerin seçkin olduğunu gösterecek bir gösterge. Ama Musevi inancının, ve İslam dininin bir kuralı olması, sadece Hz. İbrahim’in Mısır’da kabul edilebilmek için razı olduğu bir işlem olmasından kaynaklanıyor. Hristiyanlıkta olmasa da, bir Yahudi olan Hz. İsa da, Hz. Muhammed de sünnetli. Zaten sünneti izlediğimizde dinler tarihini çok daha iyi anlayabiliyoruz.

İbadet konusu da ilginç. Her sabah, her öğlen, ve her akşam tapınakta toplanan halk, hep bir ağızdan, baştaki örnekte olduğu ve adeta Kelime-i Şehadet getirir gibi, “Aton’dan başka Tanrı yoktur, Akhenaton onun elçisidir ve ışığını bize ulaştırır” demektedir. Ayinlerde Firavun Akhenaton ve Nefertiti de halkla birlikte yer alırlar. Hiçbir şekilde ruhban sınıfı yoktur. Evet, tek rahip Akhenaton’un kendisidir, ama başka bir aracı yoktur.

Başlangıçta Akhenaton hoşgörülüdür, Aton dinini halka hoşgörüyle aktarmaya çalışır. Bir sabah ayininde, güçlerini kaybettikleri için Amon rahiplerinin organize ettiği bir suikasttan kurtulunca, sertleşir. Bütün tapınaklarda diğer Tanrılara ait resimleri, heykelleri yok etmeye başlar. Tarihin ilk put kırıcısı haline gelir. Ve tek Tanrılı dinlerdeki puta tapmama geleneğini başlatır. Hz. Musa ve Hz. Muhammed’in put kırma hikayelerinin ilhamı da Akhenaton’dan gelir.

Hayatının geri kalanını Aton’a ibadetle ve onun için şiirler yazmakla geçirir. Ölümünden 3 yıl kadar önce, Nefertiti geldiği gibi esrarengiz bir şekilde kayıtlardan çıkar. Kızı Meritaton onu yerine geçer. Birçok kaynak, Nefertiti’nin Akhenaton’un beklenen ölümünden sonra idareye geçmek için saklandığını, ya da daha büyük olasılıkla kimlik değiştirdiğini savunurlar.

Ve bir gün Akhenaton ölür. Ölümü kesinlikle şüphelidir. Çok büyük olasılıkla zehirlenerek öldürülmüştür. Yerine Semenkare geçer. Semenkare ilginç bir kişiliktir. Akhenaton’un Kiya’dan olma üvey kardeşi, oğlu, üvey oğlu olması olasılıkları vardır. Ama çok daha büyük bir olasılık, onun kılık değiştirmiş bir kadın olduğudur.  Semenkare’nin iktidarı kısa sürer. İddiaya göre Amon rahiplerinin bir şifa çalışması sırasında öldürülür. Zaten Akhenaton’un ölümünden sonra dinin karizmatik lideri kaybolduğu için dinin takipçileri zaten huzursuzlaşan halk ve Amon rahipleri karşısında zayıflamışlardır.

Bir süre Meritaton ülkeyi yönetir. Fakat onun da gücü giderek artan muhalefeti bastırmaya yetmez ve bir süre sonra vezir Ay başa geçer. Ay görünürde Amon rahiplerini rahatlatacak tavizler verir, ama aslında mezarına Akhenaton’un Aton için yazdığı şiiri koyacak kadar Aton dininin içindedir.

 

EXODUS-GERÇEK HİKAYE

 
İşte tam bu dönemde, artık dinin ve takipçilerinin Mısır’da yaşamlarını sürdüremeyecekleri ortaya çıkar. Mısır soylularından, ve aslında Abraham ve Yuya’nın kanından gelen, adı o zamanki Mısır dilinde “oğul” anlamına gelen Moses(Hz. Musa) devreye girer. Gerçekte yaşayıp yaşamadığı tarihi kayıtlarda yoktur. Kimin oğlu olduğu konusunda farklı fikirler vardır. Sigmund Freud, ölmeden önce yazdığı son kitabında, onun Akhenaton’un kendisi olduğunu bile ileri sürer. Hz. Musa’nın liderliğinde Mısır’dan ayrılmanın yollarını ararlar. Ve Hz. Musa’nın ve Yuya ve Abraham’ın akrabaları olan çöl kavmi Habiru’lar (Hebrew)  Kenan yani Filistin bölgesinde yaşamaktadırlar.

Dinin takipçileriyle birlikte, ve Firavun’a rağmen değil, tam tersine, bu dinin ve bu kavmin Mısır’dan bir an önce uzaklaşmaları için Firavun’un kolaylaştırıcı desteğiyle Mısır’dan ayrılırlar. Zira o dönemde, büyük bir grubun yürüyerek yaptığı uzun bir yürüyüşü, bir atlar ve arabalarla dolu bir ordunun durduramaması imkânsızdır. Ayrıca, yine aynı dönemde, Akhenaton ve sonrası tarihten silinmeye çalışılsa da, Mısır’da olağanüstü bir devlet kayıt sistemi vardır, ve Kızıldeniz’in ikiye ayrılmasından ya da herhangi bir askeri kayıptan asla söz edilmemektedir.

 Hz. Musa’nın on emri, Şabat gününe saygı duyulması bölümü hariç, Akhenaton’un inşa ettiği başkentteki duvar yazılarında da yer alan, Ölüler Kitabı’ndan alınmadır. Yani elbette, Sina dağında taşların üzerine de yazılmış olabilir, ama daha önce bu kurallar Mısır dininde ve Akhenaton’un yeni dininde aynen mevcuttur. Tıpkı, sünnetin, domuz yememenin, putlara tapmamanın olduğu gibi…

Hz. Musa Aton-Adonai adlı Tanrısını, geldiği yerde bulduğu uzak akrabalarının ve yerel halkın şiddet dolu yanardağ Tanrısı olan Yehova’yla birleştirir. Burada ilginç bir not da Hz. Musa’nın konuşamaması meselesidir. Hz. Musa Mısır’da büyümüş bir Mısırlı olarak elbette yerel dilde konuşamaz, ve aslında Hz. Musa hariç bütün erkek çocukların öldürüldüğü iddiasına rağmen nasıl varolduğu belli olmayan kardeşi Hz. Harun onun tercümanıdır. Kurulan yeni dindeki rahipler, daha sonra çok tartışılan bir şekilde sadece Mısır’dan gelen ailelere bırakılmıştır. Yerel halk rahip olamamıştır, çünkü gerçek bilgi ve sır, aslında dinin kökeninin Mısır’da olduğunu ve Akhenaton’u saklamaktadır. Ve din ikiye ayrılmıştır. Dışarıdakiler için sert, Yehova ağırlıklı din, Mısır’dan gelen içerdekiler için yumuşak, Adonai ve Elohim ağırlıklı din, yani Kabala.

Freud’a göre puta tapmaya devam etmek isteyen Yahudiler Hz. Musa’yı öldürmüşlerdir. Öyle olmasa bile, en azından iki farklı Hz. Musa olduğu sık tartışılan bir tezdir. Birincisi yumuşak başlı dini lider, diğeri sert ve siyasi Hz. Musa. Bu iki farklı karakter ve iki farklı din anlayışı hep varlığını korumuş, krallıklar ve Babil sürgünü sırasında kurumsallaşmıştır.

 

SERTLEŞEN DİN

 

Fakat Yahudiler, o zamanki konjonktür ve kurallar nedeniyle, başlangıçta daha sert olan Yehova kavramını seçmişler, sürgünde yazılan ve milliyetçi duyguları canlandırmayı amaçlayan Eski Ahit bu yüzden savaş ve kanla dolmuştur. Eski Mısır bilgisi ve Sümer efsaneleriyle süslenen inanç modeli başlangıçtaki din modelini değiştirmiştir. Yine de içerideki kapalı grup tarafından, yumuşak, sevgi dolu Tanrı fikri ve bu Tanrıya sadece arınarak, nefis terbiyesi ve sevgi yoluyla ulaşılabileceği bilgisi korunmuştur.

Bir süre sonra tek Tanrı inancının bozulduğunu gören bir grup Musevi, ayrı bir tarikat kurmuştur. Elbette bu amaçla bir çok tarikat kurulmuştur, ama bu tarikat bizim için daha önemli. Esseniler denen bu tarikat, Tanrının iyi ve güzel yanlarını ortaya çıkarmıştır. Esseniler dindar Yahudiler olarak, bozulduğunu düşündükleri dinin yerine, kavramlarda çok daha yumuşak, ama uygulamada katı yeni bir anlayış kurmuşlardı. Bu gizemli grubun inancının Hint öğretilerinden de etkilendiği, ama aslında eski Mısır’ın temel ahlak yasası olan Maat inancına uygun, yani hakikate göre yaşama prensibinde oldukları bilinmektedir. Bugün bu tarikatın bir çok ezoterik kardeşlik örgütünde çok büyük etkileri olduğu da bilinen bir gerçektir.

 

HZ.İSA’NIN MESAJLARI

 

O dönemde Roma devlet sistemi mükemmele yakın kayıtlar tutarken, bu kayıtlarda asla yer almayan, hakkındaki bilgiler gerçek ve tarihi bir kişilik olan Apollonius’la neredeyse aynı olan, Hz. İsa Esseniler’in bir takipçisi olarak ortaya çıktığında mesajı yine budur. Ahlak ve sevgi. Yüce Yaratan’ın bilgi ve sevgisini anlatır ve insanlara sadece seven, müşfik bir Tanrıdan bahseder. Bu tek Tanrıyı mutlu etmek için Mısır’daki Maat yasasına göre yaşamak yeterlidir. Ama Hz. İsa beklenen Mesih olduğunu iddia ettiği ve Yahudi Kralı olmak istediği için, Esseniler, Hz. İsa’nın gizli öğretiyi halka açmasından çok memnun olmazlar. Ve yeraltına çekilirler. Hz. İsa bilinen şekilde mesajlarını verip, Tanrı’nın yanına gittikten sonra, takipçileri de Esseniler gibi sessizleşirlerse de, Saul ya da bilinen adıyla Paul isimli bir Yahudi, aslında İsa’yla hiç karşılaşmamış olmasına rağmen havari kabul edilen bir “aziz”, İsa’nın mesajlarını ters yüz ederek yeni bir din kurar. Buradaki Tanrı yine kızgın da olabilmekte, cehennem ve şeytan gibi kavramlar devreye girmekte, insanlar Tanrı sevgisi yerine Tanrı korkusuna yönlendirilmektedir. Sonra Aziz Peter’in hayali mezarı üzerine Roma’da kilise kurulur. İsa’nın ölümünden 300 yıl sonra toplanan İznik Konsül’ü İsa’nın mesajlarının yanında, onun mesajı olmayan bir sürü kavramı da yeni dinin içine almıştır. Aynı konsül, Apollonius’la ilgili de çok ilginç kararlar almıştır. Hz. İsa’nın gerçek mesajları Kumran’da ve Nag Hammadi’de bulunan ve artık reddedilemeyen gerçek İncillerde mevcuttur. Ve Paul’ün anlattığı dinden çok farklı, aslında sadece Museviliğin sevgiyle bir olunan Tanrı inancı ve Mısır’daki Maat yasasını anlattığı bir Yahudi mezhebi önermiştir.

 

MEKKE

 

Bu kez Mekke’de yeni bir din doğar. Hz. Muhammed tamamen putlara taparak yaşayan insanlara tek Tanrıdan bahsetmiştir. Hz. Muhammed’in anlatıldığı gibi cahil olmadığı, bir çok eğitimden geçtiği bellidir. Birçok yorumcu kabalist hocalardan, Musevi öğretilerden de bahseder. Kuran’da en çok adı geçenlerden birinin Hz. Musa olması da zaten tesadüf değildir. Atası Abraham’ın, yani Hz. İbrahim'in tek Tanrı için inşa ettiği eve putları dolduracak kadar kuvvetli inançları olan Mekke’deki insanları tek Tanrı bilgisi ve sevgisine ikna etmek çok zor olmuştur.

Mesajlarını ilk verdiğinde herkes Hz. Muhammed’in Sabi dinine geçtiğini düşünmüştür. Çünkü öğretilerinin büyük bir bölümü Sabilikten etkilenmiştir. Zaten kutsal kitaplardan sadece Kuran Sabileri tek Tanrılı dinler arasında saymıştır. İslam’ın şartları arasında yer alan namaz kılma, oruç tutma, hac, oruç tutmak, abdest almak, kurban kesmek, tavaf, üç aylar  gibi inanç ve ritüeller tamamen Sabi kökenlidir. Bütün bu inançlar, söylendiği gibi, o dönemdeki Arapların gelenekleri değil, Sabi dininin gerekleridir. Hatta namaz, ya da doğru tabirle salat, tamamen Sabilerden alınmıştır. Sabilerin güneşe taptıkları gün bugün Sunday, Aya taptıkları gün Monday ya da Lundi, Merkür için Mercredi, Satürn için Saturday ya da Samedi olarak, Latin kökenli dillerde yaşamaktadır.

Başlangıçta böyle bir kural olmamasına rağmen, Hz. Muhammed bütün ibadetlerini neden olduğu bilinmeyen ama Musevi inancına saygısının bir işareti olduğu reddedilemeyecek bir şekilde Kudüs’e dönerek yaparken, Medine hicreti sonrasında hicret edenlere geri dönüş ve zafer umudu aşılayacak şekilde Kâbe’ye dönerek dua etmeye başlamıştır. Zaten adı huzur ve barış anlamına gelen yeni dinin kırılma noktası da burası olmuştur. Bazı İslam bilginleri Mekke’de gelen ayetlerle Medine’de gelen ayetlerin içerik ve üslup açısından farklarına da dikkat çekmişlerdir. Mekke mesajları yani Mekki ayetler evrensel ve sevgi ağırlıklıyken, Medine ayetleri yani Medeni ayetler yerel ve korku ağırlıklı bulunmuştur. Medeni ayetlerin toplumsal hayattan medeni hukuka, devlet örgütlenmesinden kadınların giyimine kadar birçok konudaki düzenlemeleri, Hz. Ömer’in doğrudan müdahalesi sonrasında gelen ayetlerdir.

Hz. Muhammed, Hz. Musa ve Hz. İsa’ya göre yaşadığı kesin olan, mesajlarını direkt olarak kendisi aktarmış, ve iyi bilinen tarihi bir karakterdir. Fakat Hicretteki sürgünün özel şartları olan Medeni ayetler ve Hz. Muhammed’in ölümünden sonra ortaya çıkan yeni İslam yorumları, sünnet ve hadis kavramları, Kuran’ın ve bizatihi Hz. Muhammed’in uyarılarına karşın, yeni bir din oluşturmuştur. Bunun üzerine, Tanrı sevgisini savunanlar, batıni bir İslam anlayışına geçmiş, ama büyük kalabalıklar, zahiri yani görünen İslam’ın korku dolu mesajlarını benimsemişlerdir.

 
SONUÇ
 
Tek Tanrılı büyük dinlerin takipçilerine özel mektuplar da yazacağım. Ama şunu bilmeliyiz ki, Hristiyanlık ve İslam Museviliğin birer türevi olarak ortaya çıkmış iki dindir. Musevilik ise doğrudan eski bir Mısır inancından kaynaklanmıştır. Dolayısıyla aslında bugünkü hâkim dinler, Akhenaton’un dininin takipçileridir.

23 Ağustos 2012 Perşembe

EVRENİN DİNİ-ZİHNİN ÖZGÜRLÜĞÜ


Zihin temizlendiğinde özgürlük başlar. Güncel ve yerel olanı aşabilmeye başlarız. Düşüncelerimiz ve duygularımız değişir. Bütünün parçası olduğumuzu bilme aşamasına geçeriz. Kendi doğrularımızı muhafaza ettiğimiz için, bireyselliğimizi korurken, ve deneyimlerimizin bileşkesinden öğrenen Tanrı’ya hizmetimiz devam ederken, yanlış olarak algıladıklarımızdan kurtulduğumuz için, Tanrı’nın başkalarının deneyimlerinden öğrenmesini de engellememiş oluruz.

Özgür bir zihin, cevaplara ulaşmaktan çok, daha çok soru sorabilmek demektir. Gerçeğe daha fazla açıdan, daha çok perspektifle bakabilmek demektir. Ancak zihnin özgürleşmesi, algıladıklarımızı ve farkında olduklarımızı değiştirirken, eski bilgilerimiz, alışkanlıklarımız, bağlılık ve bağımlılıklarımızı terk etmek gibi, sosyal açıdan büyük maliyeti olan bir dönüşüm yaratır.

Vazgeçmek çok zordur. Çünkü aslında mutsuz olsak bile, bildiğimiz sorunlar tarafından çevrelenmiş, güvenli bir alanımız vardır. Burası bizim güvenli hapishanemizdir. Dışarıda özgürlük, mutluluk ihtimalleri olsa da, anahtarı cebimizde olan hapishaneden çıkmaktan korkarız. Çünkü dışarıda yeni sorunlar, uyum sağlama çabası içinde yorulacağımız yeni bir dünya, ve ayrıca, mutsuzluk ihtimalleri vardır. Dertsiz başımıza dert açmayı, maddi olarak daha iyi bir standart vadetmeyen, maceralı bir değişimi, ve zaten hayatta zorlanırken, ilave yükleri istemeyiz.

İkinci önemli konu, özgürlüğün korkutucu olmasıdır. Bir çoğumuzun içinde, aslında içinde bulunduğu hayattan çok farklı, çok serbest, hatta sorumsuz karakterler de mevcuttur. Ancak mevcut sosyal rolümüz, sorumluluklar, görevler nedeniyle, o serseri yanımızı bir limanda bağlı tutarız. Eğer zihnimiz özgürleşirse, limansız, çıpasız kalırsak, bastırdığımız, baskıladığımız yanlarımızın, bizi tamamen ele geçireceğini, yönsüz, amaçsız bir hayat yaşayacağımızı zanneder, ve korkarız. Bir diğer önemli nokta, bilinçaltımızdaki engellerdir, bunlar geçmiş hayatlar, ya da genetik bilgilerden gelir, ve  büyük çoğunluğu “aydınlanma korkusu”dur.

Aslında yönümüz ve amacımız, deneyimler yaşamak, gelişmek ve öğrenmek, ve bizim deneyimlerimizden öğrenen Tanrı’ya hizmettir. Ve baskıladığımız her karakter, deneyim kapasitemizi düşürür. Dünyaya gelirken, çok daha geniş olasılıklar varken, yerel ve güncel olanın cazibesiyle, güvenli hapishanede gün doldurmak, aslında Yaratan’a ve yaratılış amacımıza saygısızlıktır.

Özgür bir zihin, sorumsuz ve serseri olmak zorunda değildir, hatta olmamalıdır. Kendimizin çocuğu olmak örneği, içimizdeki çocuğu serbest bırakmak değildir. Kendimizin çocuğu olduğumuz kadar, ebeveyni de olmazsak, o zaman sürekli oyun peşinde, bütüne ulaşabilmek, Tanrı’ya kavuşabilmek gibi amaçları unutmuş, bütüne katkı sağlamamak bir yana, bütünün kaynaklarını sorumsuzca tüketen biri olma ihtimalimiz artar. Aslolan dengeyi koruyabilmektir. Çocuğumuzu korur ve sevindirirken, deneyimlerden öğrenmesini, hataları tekrarlamamasını, ve sorumlu olmayı öğrenmesini isteriz. Ve bunun için, kurallar ve dersler öğretiriz. Bütüne, Tanrı’ya ve hakikate geri dönebilmek için, gelişmek, gelişmek için, değişmek, değişmek için, çaba gerekirken, disiplinsiz ve sorumsuz bir hayat bizi en iyi ihtimalle nötr bir hale dönüştürür. Oysa bizden istenen özgürlük bu değildir.

Özgür zihinle ilgili bir başka nokta ise, uygarlığımızın bugüne kadar biriktirdiği bilgi dağarcığını reddetmek ve aklımıza gelen her fikri, hayran olduğumuz özgür zihnin olağanüstü bir ürünü sayma hatasıdır. Özgür zihin sadece çok soru sorar, yanıtları kesinleştirmez. Sürekli kendisinden şüphe duymayan, bulabilmiş olduğu yanıtları uygarlığın bilgi düzeyiyle test etmeyen, ve başta kendi fikirleri olmak üzere, bütün bilgilerin bir gün yanlışlanabileceğini unutan bir zihin, özgür değil, en iyi ihtimalle bağımsız olabilir. Bağımsız bir zihin de iyidir, ama özgür değildir.

Güvenli hapishaneden çıkabilmek için, zihnin tamamen arınması gerekmez. Gerçek özgürlük, ancak özgürlüğü deneyimledikten, bedelini ödedikten sonra elde edilir. Ama zihnin özgürleşmeye başlaması, daha çok soruya sahip olma arzusu, aslında yolculuğun tamamı olan o ilk adımı atmamızı sağlar. Bebek adımlarıyla ve güvenle ilerlemek mümkündür, ve aslında bazıları koşmak istese de kesinlikle daha güvenlidir. Unuttuğumuz özgürlük yollarında yürürken, birçok sorun da yaşayabiliriz. Hatta düşebiliriz. Böyle bir durumda doğrusu, ilerlemeye devam etmektir, dinlenmek de kabul edilse bile, asla güvenli hapishaneye geri dönmemek gerekir. Çünkü o zaman, özgürlük korkusu bizi hapishanemize prangayla bağlar.

EVRENİN DİNİ-ZİHNİ YEREL VE GÜNCEL OLANDAN VE “YANLIŞ”TAN TEMİZLEMEK


Tek kurallı bir din. Başka bir kural yok. Ama bu kurala her zaman ve her şartta uyabilmek çok zor. Bu nedenle, aslında uyulması gereken kural sadece bir tane olsa da, bu kuralı uygulayabilir hale gelebilmek için uzun, derin ve ciddi bir mesai gerekiyor.

En büyük düşmanımız aklımız. Tanrı’nın bizim deneyimlerimizden öğrenebilmesi için, özgür seçimler yaparak çeşitliliği arttırmamız gerekiyor, bunun için de akla ihtiyacımız var. Ama akıl hep sınırlı. Çünkü aklımız, insan yapısı. Sadece öğrendiklerimizden oluşuyor.

Evrensel olabilmek için, güncel ve yerel olan aklımızı da aşmamız lazım. Bu belki de Tanrı’sal akla ulaşabilmenin tek ve çok zor yolu. Binlerce yıldır, bir çok öğreti insanlara bunu öğretmeye çalışıyor. İnsanın aklından arınarak, kendi içindeki özü, ve aslında onu yaratan bütünü, yani Tanrı’yı bulabilmesi için, bir çok teknik, sistem ve metot var. Ama amaçları aynı, insanı güncellikte ve yerellikten kurtarmak, evrenselleştirmek…

Belli bir aşamada insanın kendisine aklının nasıl oluştuğunu sorması gerek. Düşünelim, aynı beden ve ruhla bile olsa, eğer doğduğumuz ülkede değil, Avrupa’da, Afrika’da ya da Pasifik’te başka bir ülkede doğsaydık, bambaşka bir insan olacaktık. Başka bir kültür tarafından şekillendirilen bambaşka bir zihnimiz olacaktı. Başka yemekleri ve içecekleri sevecek, başka şarkılarda hüzünlenip, diğer başka şarkılarda dans etmek isteyecek, başka fiziksel özellikleri çekici bulacak, ya da başka doğa manzaralarını beğenecektik. Daha da ilginç olarak, siyasete, devlet yönetimine, hukuka, evliliğe, cinselliğe, ve Tanrı’ya bambaşka açılardan bakacaktık. Yani aynı beden ve ruha rağmen, zihnimiz başka bir ülkede şekillendiği için tamamen farklı bir insan olacaktık. Buradan sonra sadece akıl sözcüğünü değil, akla zekânın da eklenmesiyle oluşan zihin sözcüğünü kullanacağım.

Başka bir ülkeyi bırakalım, kendi ülkemizin en merkezi veya en uzak noktalarında doğsaydık da çok farklı olacaktık. Hatta şehrimizin farklı semtlerinde, hatta yan evde doğsaydık bile, farklı bir zihnimiz olacaktı. Başka bir açıdan bakarsak, aynı evde ve aynı ailede, ama 15 yıl önce, ya da 15 yıl sonra doğsaydık, yine farklı bir zihnimiz olacaktı. Ufkumuz farklı olacaktı, hayatımızın en büyük kararlarını farklı bir şekilde alacaktık.

Bu yüzden öncelikle zihnimizin, doğduğumuz ve büyüdüğümüz zaman ve ortamın ürünü olduğunu anlamamız lazım. Bildiğimiz değer yargıları, doğrular ve yanlışlar, aslında sadece bizi şekillendiren zaman ve ortamın ürünü. Elbette bu, çeşitlilik amacına çok uygun, ve bizi birbirinden çok farklı oyunculara dönüştürüyor, ve Tanrı’nın kendisini daha iyi tanımasını sağlıyor. Ama bu oyunda bizim amacımız, kendi içimizdeki Tanrı’yı bulmak ve keşfetmek, bütüne yeniden kavuşmak. Ve tabii, tek kurala uyum sağlayabilmek. Bunu ancak zihnimizi, güncel ve yerel olan her şeyden temizleyerek yapabiliriz.

Bu temizlik, sevdiklerimizi, zevklerimizi, keyiflerimizi, kültürümüzü değiştirmez. Bu temizliğin amacı, diğerlerini yargılamayacak, yadırgamayacak ve reddetmeyecek bir hale gelebilmektir. Siz yine siz kalırsınız, ama diğerlerini de bütünün diğer parçaları olarak görmeye başlarsınız.

Çünkü, zihin aksini iddia etse de, “doğru” ve “yanlış” yoktur. Sadece Tanrı’nın diğer parçalarının yaptığı farklı seçimler vardır. Biz, doğduğumuz mekân ve zamanın norm ve standartlarıyla şekillenirken, “doğrular ve yanlışlar” öğreniriz. Sorun kendi yerel ve güncel “doğru” ve “yanlış”larımızı, dünyanın hatta evrenin anayasası zannetmeye başladığımız andır. Sanırız ki, sadece bizim için değil, herkes için “doğru” ve “yanlış”lar aynı. Herkes bizim güncel ve yerel değerlerimize göre yaşamalı. Ona göre seçimler yapmalı. Zihnimiz şartlanmıştır, diğerlerinin, en az bizim kadar aziz ve bizimkinden farklı seçimleri olabileceğini, hatta kesinlikle olacağını bir türlü kabul edemez.

O zaman amacımız doğrusuz ve yanlışsız olmak mı? Hayır, sadece “yanlış” bölümünden kurtulmak yeterli, hatta “doğru” bölümünü muhafaza etmek de lazım. Zaman içinde değişen “doğru”larımız bizi farklı yapan deneyimlerin anahtarıdır. Deney ve amaç için, diğerlerinden farklı, ve Tanrı’nın özgün bir parçası olmamız gerekir. Bu yüzden sizin seçimleriniz de muhakkak olmalıdır.

Doğu’da anlaşıldığı şekliyle tekâmül, hiçleşmek, ölmeden önce ölmek, aynadaki görüntüyü yok etmektir. Bu bazılarını, tamamen pasif ve edilgen bir rıza ve teslimiyete götürür. Hiçleştiğinizde “yanlış”lardan kurtulmak mümkündür, ama “doğru”larınızı da kurban etmeniz gerekir. Oysa deneyim zenginliği ve çeşitliliği için nefs de denen egonuzu yok etmeniz istenmez, sadece terbiye etmeniz yeterlidir.

Yani “doğru”larınızı kurban etmek yerine, onları başkalarından da beklemekten, ve diğerlerinin de sizin gibi olmalarını istemekten vazgeçmek, ama “yanlış” olmadığını, sadece farklı seçimler olduğunu kabul etmek gerekir.

Çünkü büyük amaç, deneyim zenginliği ve çeşitliliğini gerektirdiği için, hiç ya da yok olmak değil, diğer parçaları reddetmeden, yargılamadan ve yadırgamadan, kendi yolumuzda ilerlemek, bireysel amacımız için tek yoldur.

Tanrı’nın büyük okyanusunda bir damla olmak, pasif bir bekleme, iradesizce razı olmak demek değildir, okyanusu hareketlendiren dalgaların, akıntıların hepsinde damlacıkların bilfiil rol aldıklarını unutmamak demektir.

Pekiyi ama zihnimizi bu “yanlış”lar bölümünden, insanları ve kendimizi yargılamamıza neden olan kalıplardan nasıl temizleyeceğiz? Başkalarını ve kendimizi sürekli yargılıyoruz, bazen zihnimizde onlara ve kendimize en ağır cezaları veriyoruz. Kendimize çocuğumuzmuşuz gibi davranmak, kendimizi yargılamaktan kurtulmayı da içerdiği için, bu temizleme daha da önemli.

Modern bilim zihni incelerken bilinç ve bilinçdışı olarak iki farklı bölüme ayırır. Bilinç bildiğimiz ve farkında olduğumuz alandır, bilinçdışı ise farkında olmadığımız alan. Ancak bilinçdışı sözcüğü, bu temizleme aşamasında yetersizdir. Spiritüel açıdan bakarsak, bilinçdışını da iki bölüme ayırmak gerekir. Biri bildiğimizi bilmediğimiz alan, ki buna bilinçaltı diyoruz, ikincisi, bilmediğimizi bilir hale geldiğimiz alan, buna aşkın ya da üst bilinç diyoruz.

Bilinçli olduğumuz alanı temizlemek nispeten kolaydır. Modern bilim de, bir çok farklı zihin bazlı teknik de, telkinler gibi metotlar da, bizi sarmala alan, bir şeylerin yanlış olduğunu zannetmemize neden olan kalıplardan kurtulmamızı sağlayabilirler.

Oysa bilinçaltını temizlemek çok daha zordur. Çünkü bilinçaltında, bildiğimiz halde, bildiğimizin farkında olmadığımız alanda, hem sorunların teşhisi, hem de çözümü belirsizliklerle doludur. Üstelik, bilinçaltı, bir çok farklı katmandan oluşur.

Bildiğimizi bilmediğimiz alanda, öncelikle bu hayatımızda yaşadığımız, ama bilinçli olduğumuz alana kaydetmediğimiz veriler mevcuttur. Bir kokunun, anısı bilinçaltımıza kayıtlı olduğu için, neden olduğunu anlayamadığımız şekilde duygularımızı etkilemesi gibi… İkinci grup bilgi, yine bu hayatta yaşadığımız, ama daha çok travmatik ve psikolojik sebeplerle, unutmaya çalışıp, bilinçaltına gönderdiğimiz bilgilerdir. Bunlar ruhumuzda ve zihnimizde büyük sorunlara yol açmıştır, ve bilinç bunları bildiğini unutmaya çalışıp, bilinçaltına göndermiştir. Üçüncü grup bilgi, ailemizden gelen genetik bilgilerdir. Bugün bir çok modern çalışmada, bizden önceki nesillerin yaşadığı travma ve duyguların, bizim hayatlarımızı da etkilediği tespit edilmiştir. “Kader tekrarları” nedeniyle, bilinçaltındaki bilgilerin yönlendirdiği birçok insan ve aile, eski nesillerin deneyimlerinin, duygularının etkisiyle, bilinçleriyle yapmayacakları seçimler yapabilmektedir. Dördüncü grup bilgi ise, geçmiş hayatlarımızdan gelen bilgilerdir. Geçmiş hayatlarımızdaki bilinçler, yani bildiğimizi bildiğimiz alanlar, bu hayatta da bilinçaltımızda, açılmayı bekleyen dosyalar olarak mevcuttur, ve bu hayatımızı etkilemektedirler. Son olarak, eğer ruhumuz, sadece bu realite boyutunda ve dünyada değil de, başka yerlerde de Tanrı’nın deneyimini zenginleştirmek için başka bilinçli bir hayat ya da hayatlar sürüyorsa, o zaman bilinçaltı bu deneyimlerin bilgilerini de taşır.

Burada bu farklı katmanları temizlemek için teknikler önermeyeceğim. Çünkü hem çok teknik var, hem de önce temel bilgileri konuşmak lazım. Ama bilinçaltı temizlenmeden, bir insanın, sadece bilincini temizlemesi yeterli olmaz.

Bir çok insan olumlu düşüncenin sırrı gibi konularla, hayatlarını değiştirmeye çalışırlarken, aslında bilinçten çok daha büyük, ve aktif bir alan olan bilinçaltının frenlerinden habersizler. Para, hayırlı bir kısmet, ya da sadece huzur isteseniz bile, eğer bilinçaltınızda bunları engelleyen düşünce ve kalıplar varsa, bilinçaltı temizlenmeden, bilinçaltı olumsuz düşünmeyi bırakmadan, istediğiniz kadar bilinçle olumlu düşünün, isteklerinize ulaşmanız mümkün olmaz.

Zaten bilinçaltı temizlendiğinde, aslında istediğinizin ne olduğunu, materyal ve somut hedeflerin, aslında hangi temel ihtiyacınızı sembolize ettiği de netleşir. Ancak bu kolay değildir. Bilinçaltı temizliğinin şart ve zor olduğunu bilmek aslında yeterlidir, herkes bunun için kendisine en uygun yolları bulabilir. Ancak, bilinçaltının 4 bölümü de ayrı ayrı temizlenmelidir, son bölüm daha ileri bir aşamadır.

Üst bilinç, eğer bilinç ve bilinçaltı temizlenirse, kendiliğinden açılacaktır. Bu yüzden zihnin üst bilinç bölümü için ayrı bir çalışma gerekmez. Ancak yapılan en büyük hatalardan biri, özellikle bilinçaltı temizlenmeden, üst bilinç çalışmalarına başlanmasıdır. Çünkü bildiğinizi bilmediğiniz alan temizlenmeden, bilmediğinizi bilme çalışmalarına girerseniz, bilinçaltı size büyük oyunlar oynayabilir, kendinizi aradığınız hakikatten çok uzakta bulabilirsiniz…

Zihin bu şekilde temizlenirse, “yanlış”lar olduğu bilgilerinden tamamen kurtulabiliriz. Bizi farklılaştıran “doğru”larımızdan vazgeçmeden, bütüne yeniden kavuşabilmek için, kendi yolumuzda ilerlerken, başta kendimiz olmak üzere, kimsenin deneyimlerini durdurmaz, kimseyle çatışmaz, yargılamaz, yadırgamaz, ve reddetmeyiz.

Tek kuralı da ancak bu şekilde uygulayabilir hale gelebiliriz.

 

21 Ağustos 2012 Salı

EVRENİN DİNİ TEMEL KURAL


Tanrı nedir başlıklı yazımda ve bölümde, uzun uzun açıklamaya çalışacağım ama Tanrı kesinlikle var. Ve bildiğimizden çok farklı.

Uzakta bir yerde, bizden ayrı, farklı, sevgi ve ışığın merkezi, bizi zaman zaman sevgiyle cezalandıran, ya da son derece dünyevi ödüllere boğan bir yargıç değil.

Tanrı hepimizin bileşkesi. İradelerimizin, seçimlerimizin, kendimizi değiştirme gücümüzün bileşkesi.

Kendisini tanımak istemiş, ve sonsuz dönüş potansiyelini kutuplulukta karşılaşacak şekilde yeniden yaratmış. Kutupluluğun yatay sekiz şeklindeki sonsuz dönüşünde, her seferinde ortada kendisiyle karşılaşmış, ve kendisini tanımaya devam etmiş ve hala bizler aracılığıyla kendisini tanımaya devam ediyor.

Aslında tek bir amacımız var. Bizi, kendisini tanıyabilmek için bütününden ayıran Tanrı’ya ve bütününe yeniden kavuşabilmek için, içimizdeki Tanrı’yı tanımak. Yaratılış amacımız bu. Evrenin yaratılış amacı da bu.

Bu kadar basit. Karmaşıklaştırsalar da, zorlaştırsalar da, gerçek bu kadar basit…

Ama eğer bunun nasıl gerçekleştiğine bakarsak, sistem son derece karmaşık. Amaç basit, ve aslında en derinimizde hepimiz bu amacı da biliyoruz. Yine de insan aklı, nasıl sorusunun cevabını muhakkak öğrenmek istiyor. Bugün bilim, nedenleri tespit edebilmek için nasıl sorusunun tamamen yanıtlanması gerektiğini, eğer nasıl sorusunu yanıtlayamazsak, neden sorusuna geçmememiz gerektiğini, neden sorusunun kesin ve bilimsel bir cevabı olamayacağı için, bununla uğraşmamamızı, nasıllara odaklanmamızı öneriyor.

Halbuki nedeni içimizde biliyoruz. Evren de, biz de, sadece parçası olduğumuz Tanrı kendisini daha iyi tanısın diye varız. Bu bilimsel mi? Henüz değil. Bunu içlerinde bilenler bu bilgiyle yetinirler mi? Hayır, nasıl olduğunu da bilmek isterler.

Oysa nasıl sorusunun cevabı evrensel değil. Yani evrenin her yerinde aynı nasıl mekanizması ve sistemi çalışmıyor. Farklı düzeylerde, farklı mekanizmalar var. Pekiyi bunların ortak kuralları var mı? Evet, var.

Nasıl sorusuna ve bizim evrensel dine göre dünyada nasıl yaşadığımıza ve nasıl yaşamamız gerektiğine daha sonra yine döneceğim. Ama önce temel kuralları incelememiz lazım.

Bütün kurallar Tanrı’nın kendisini tanımak için, potansiyelini harekete geçirmesi, ve parçalarının deneyiminden öğrenmesi amacına hizmet eder. Bu yüzden, bütün kurallar, bu öğrenme sürecini beslemek, zenginleştirmek, ve güzelleştirmek için mevcuttur.

Amaç olabildiğince çok deneyim, bilgi ve çeşitliliktir. Bunların sağlanabilmesi için, önlerinin açık olması, ve engellenmemeleri gerekir. Yani genel olarak, deneyimi, bilgiyi ve çeşitliliği engelleyen her şey yasak, arttıran her şey de uygundur.

Parçaların bütüne doğru yolculuklarında, uymaları gereken temel kural çok basittir. “Sana yapılmasını istemediklerini kendine ve başkalarına yapma, sana yapılmasını istediklerini kendine ve başkalarına yap”.

Bu kural evrenseldir. Ve bütün zamanlarda ve mekânlarda geçerlidir.

“Sana yapılmasını istemediklerini başkasına yapma” bölümü, bilinen bir kavram, ve bizim alışık olduğumuz türden dinlerin “yapma” kurallarına benziyor. Elbette dinlerde yasaklanan, ve Tanrı’nın buyruğu olduğu için yasaklandıkları düşünülen daha bir çok eylem var. Bunlar bahsettiğim geçmiş ve yerel kültürlerde çok daha önemli ve anlamlılar. Ama evrensel değiller. Çok büyük olasılıkla evrenin her yerinde yenmemesi gereken domuzlar veya inekler yok. Ama kural, sadece kişinin vicdanına sesleniyor. “Sana yapılması durumunda hoşuna gitmeyecek bir şeyi, başkalarına da uygulama” derken, aslında hem zaman ve mekân olarak çok daha genel bir açıdan bakıyor, hem de ahlakı bireyselleştiriyor. Bu durumda şu sorulabilir, kendisinin öldürülmesini umursamayan biri, başkasını öldürebilir mi, ya da, tecavüz edilmeyi umursamıyorsa, tecavüz edebilir mi? Kurala basit açıdan bakarsak evet. Ama başkası derken, sadece karşımızdaki diğer birey kast edilmiyor. Öldüreceğiniz insan birinin oğlu ya da babası, tecavüz edeceğiniz kadın birinin kızı ya da annesi ise, “oğlunuzun-babanızın öldürülmesi, ya da kızınıza-annenize tecavüz edilmesini ister misiniz?” sorusu da kuralın içinde.

Ama eğer biri, her şeye rağmen, bunları umursamıyorsa, ki son derece mümkün, o zaman bunu yapar. O zaman, belki gerçekten, belki de sadece zihnimizde, onu yargılar, mahkum eder, cezalandırırız. Aslında onun, Tanrı’nın kendisini tanıma deneyiminin bir parçası olduğunu, onun da bizimle aynı bütünün bir parçası olduğunu unutmuş oluruz…

Birini öldürmek ya da öldürebilmek, ya da tecavüz, benim seçimim değil. Kendi hayatımı değil, ama çocuklarımın hayatlarını koruma noktasına gelirsem, ne yaparım bilmiyorum. Ama biliyorum ki, eğer biri bunların kendisine yapılmasını umursamıyorsa, yapacaktır.

Diğer taraftan, bu istisnai örnekler dışında, bunları yapanların çoğu, aslında kendilerine yapılmasını istemedikleri şeyi başkalarına yapanlar. Yani kurala uymayanlar. Pekiyi biz o zaman onları nasıl cezalandıracağız?

Tabii ki, aynı kurala uyarak. Eğer böyle bir suç işlersek, bize ne yapılmasını istemiyorsak, bu insanlara da onu yapmayacağız. Çok zor, ama kural böyle. Eğer uyacaksak, basit bir kuralın son derece karmaşıklaşabilen sonuçları olsa da, yine de uyacağız.

Kural daha az bilinen bölümüyle devam ediyor: “sana yapılmasını istediklerini başkalarına yap”. Aslında bütün dinlerin “yap” bölümleri birbirine “yapma” bölümlerinden çok daha fazla benziyor. Yardımlaşma, sevgi, hoşgörü, koruma gibi, yüksek erdemler öneriliyor. Bazen yine dinlerin doğduğu zaman ve mekânlara ait özel “iyilikler”, olsa da, tümünde benzer şeyler var. Dinin takipçileri daha yüksek erdemlere ve ahlaka çağrılıyorlar. Bu nedenle aslında bütün dinlerin “yap” bölümleri genelde aynı. (Ama o zaman, eğer amaç Tanrı’nın kendisini tanıması için daha çok deneyim ve çeşitlilik sonucunda daha çok bilgiyse, ve eğer herkes aynı yüksek ahlakın parçaları olursa, o zaman bu yüksek ahlak, deneyimin sona ermesi anlamına mı geliyor? Bu güzel soruya daha sonra yanıt vereceğim.)

Ama bazen bize yapılmasını çok istediğimiz bazı şeyler, dinlerin “yapma”lar listesinde yer alabiliyor. Bu durumda, bize yapılmasını istediğimiz bir şeyi yaparken, karşımızdakinin, ya da kendi dinimizin kurallarına karşı gelebiliyoruz. Bu durumda, özellikle “yapma” kurallarının daha önce de ifade ettiğim gibi, dinlerin ortaya çıktıkları zaman ve mekan koordinatlarıyla sınırlı olduklarını, ve evrensel olamadıklarını düşünmeliyiz.

Genellikle bundan daha ilginç olarak, kendimize yapılmasını istediğimiz şeyleri başkalarına yaparken, onların bunu isteyip istemediklerini sormuyoruz. Eğer bize yapılmasını istiyorsak, muhakkak o da istiyordur sanıyoruz. Ve bu bazen zorlamalara, baskılara kadar gidebiliyor. O zaman kurala başkalarından onay alma şartını da eklemek gerekiyor. Ama daha derine inersek, kural aslında bunu da kapsıyor. Eğer bir başkasının kendisine yapılmasını istediği bir şeyi bize yapmadan önce, bizim bunu isteyip istemediğimizi sormasını istiyorsak, biz de kurala uygun olarak, böyle yapmalıyız.

Ama evrensel kural bu ikisinin toplamından farklı. Çünkü bu iki kural sadece başkalarıyla ilişkimizi düzenliyor. Bütünün bizim dışımızdaki parçalarına nasıl davranabileceğimizi, nasıl davranmamız gerektiğini özetliyor. Ama Tanrı’nın ben olan parçasıyla, benim Tanrı olan parçamla ilişkim konusunda eksik.

Hâlbuki amaç, Tanrı’nın kendisini tanıyabilmesi için bölündüğü parçalardan biri olarak, içimdeki Tanrı’yı tanımamsa, aslında en önemli ilişkim kendimle olan ilişki. Ve bu nedenle aynı kuralları kendim için de uygulamalıyım. Kendime, başkalarının bana yapmasını istemediklerimi yapmamalı, başkalarının bana yapmasını istediklerimi yapmalıyım.

Modern insanın en zorlandığı bölüm bu. Gittikçe artan sosyalleşmeler nedeniyle, sadece kendi küçük çevresinin değil, çok daha büyük grup ve kültürlerin etki alanındayken, doğru davranma, doğru yaşama, toplumsal kabul, başarı gibi konularda uyması gereken çok daha fazla kural var. Bu nedenle insanlar kendilerine başkalarına davrandıklarından daha “kötü” davranıyorlar. Kendilerini zorluyor, cezalandırıyor, zulmediyorlar. Oysa kural gereği başkalarına yapmayacakları hiçbir şeyi kendilerine de yapmamalılar.

Bir diğer konu ise, insanların kendileri için güzel şeyler yapmayı, kendilerine güzel davranmayı unutmuş, ya da daha kötüsü hiç öğrenmemiş olmaları. Özellikle doğu toplumlarında biz kavramı, ben kavramının hep önündeyken, insanlar, arzularını, tutkularını, keyif ve hazlarını hep erteliyorlar. Başkalarının beklentilerine göre yaşarken kendilerine bir türlü sıra gelmiyor.

Daha az sayıda olsa da, gittikçe büyüyen bir grup insan ise, kendilerine çok fazla özgürlük tanırken, başkalarını umursamıyorlar. Daha çok yeniçağ gruplarında var olan bir düşünce sistemi bu. Ama gelişmeyi durduran, pasifist, razı ve teslim bir ruh hali, Tanrı’nın kendisini tanıyabilmesi deneyimine hizmet etmez. Tanrı daha fazlasını öğrenmek için, bizim razı olmamızı değil, deneyimlememizi bekliyor.

Kendimizle kuracağımız ilişkinin çok basit bir kuralı var aslında, o da kendimize çocuğumuz gibi davranmak. Kaç yaşında olursak olalım, ya da çocuğumuz olsun olmasın, o anda kendimize, ebeveyn olarak çocuğumuza bakar gibi bakmayı başarabilmek. Kendinize hayatı çocuğunuza öğretir gibi öğretmek. Onu ödüllendirir gibi teşvik etmek, motive etmek, cesaretlendirmek, güçlendirmek, şefkat göstermek. Ama bunun yanında, hatalarından ders almasını sağlamak, riskleri doğru hesaplamayı öğretmek, disiplini elden bırakmamasını sağlamak…

Herkes aslında Tanrı’nın çocuğu. Eğer onun bize nasıl baktığını anlamak istiyorsanız, çocuğunuza nasıl baktığınızı inceleyin. Eğer bir karar aşamasındaysanız, çocuğunuz hangi seçeneği seçse mutlu olacağınızı düşünün? Sevgili ya da eş adayı gibi mesela, çocuğunuz böyle biriyle gelse ne hissederdiniz? Ya da önünüzdeki kariyer seçenekleri, ya da bütçe kararları, çocuğunuz hangisini seçsin isterdiniz?

Temel ve evrensel kural bir tane ve çok basit: Sana yapılmasını istemediklerini kendine ve başkalarına yapma, sana yapılmasını istediklerini, kendine ve başkalarına yap.

Eğer bu kurala uyabilirsek, bütüne doğru yolculuğumuz, amacına ulaşabilecek, eğer uyamazsak, o zaman ne yazık ki, yolculuğumuz çok daha uzun sürecek.